- Kategoriler
- Genç Kaknüs
- Çocuk
- Çok Satanlar
- Yazarlar
- Kataloglar
- Blog
- İletişim
Sözlerin Renginde Yaşamak. 26 NİSAN 2001 PERŞEMBE Cumhuriyet Gazetesi / FERİDUN ANDAÇ
Ne zaman Halil Cibran’ı okusam, söz sükûta erer. Zamana yargılı sevinçlerin, anımsayışların kapılarına, ılgınların yurduna gider gelirim. Sonra, can çadırını kurarak elem rüzgârlarına dönerim yüzümü.
Buzcuların çan sesleri tutmuştur ovayı. Gözüm seher ışığındadır. Bir parça buza erişmek, gün boyu satacağım gazozların nidası olacaktır: “Buz gibi gazoz, buz buz!..”
Ilgından gelen seslere dönerim yüzümü…
Gazozlar bitmiş, akşamsefaları, leylakların süslediği bahçemizde babamla baş başayızdır artık. O resmine, bense kitaplarıma dönmüşümdür. Sözlerin renginde yaşamak duygusunu en çok hissettiğimiz akşamüstlerinden biridir. Tagore’un sesini bana bağışlayan yüzle yüz yüzeyimdir. Camaltı resimlerini bir nakkaş gibi işleyen ellerinden çıkıp gelen birer söz anıtı gibidir Tagore’un dizeleri:
“Bırak, bulutlarına asılayım ve güneşinde kanat açayım.”
Onlara tutunurum… Bin yılın ötesinden gelen sesmişçesine alır beni yurduna her bir sözcük.
Tagore…
Ne içli, ne yanık bir sesti bana.
Dayımla babamın sabahlara değin süren söyleşmelerine, sözlerine ağan dizelerinde, onların aşklarının, tutkularının rengini görürdüm. Tagore, hem aşkın yurdunu hem de yurdun aşkını dile getirdi. Oysa ben, onu, okul kaçkını bir çocuğun ilk aşkına söyleyecek sözleri biriktirdiği için severdim.
Nice sonra, gelip de Halil Çibran’la buluştuğum kavşakta; Tagore’u anlamanın ona gidecek yolun önünde durduğunu görecektim.
El Mustafa’nın öyküsüne kapıldığımda, onun “baştan çıkarıcı” edasını bir yel gibi kapmış, içimde yalazlanan çocukluğumun sırlı yüzüne dönmüştüm.
Tıpkı bugün yaptığım gibi; döne döne okuduğum mesellerinin ölümle dirim arasındaki ince çizgiyi anlamlandıran boyutunu görmenin yaşattığı duyguya benzer bir duygu selintisine kapıldım durdum.
Cibran’ın, hayata bakışımıza yeni bir boyut kazandırmasını, Doğu’nun büyüsünü içimizde, ruhumuzda hissettiren sözcüklerinin renginde buluyordum. O sözcüklere her dönüşümde, camaltı resimleri yapan babamın ellerinin hünerine şaşkınlıkla bakışım gelir gözümün önüne.
Nedense; Cibran’ın sözleri, meselleri, o hünerli insanın dünyamızı şenlendiren renk çıngısını, her bir olaya/duruma anlam katan sözlerinin gücünü anımsatır bana. Cibran, alıp başını gidendi; o ise kalandı. Bizlerle var olmak mıydı düşü, bilemem! Çizdiği resimlerle, yazdığı şiirler/mesellerle delicoş çağımıza değin yaşadı bizimle. Sonra özlemlere döndü yüzünü, resimlerini unuttu, sözlerini acının barınağı bilip Tanrı’nın kelamıyla barışık olmayı yeğledi.
Ben, Ermiş’e yüzümü dönüp, Cibran’ın dünyasına yöneldiğimde; gitmekle kalmanın ne anlama gelebileceğinin sinini öğreniyordum.
Çıkıp gittiğimiz yer, ne denli bizi barındıran, geçmişimize ve geleceğimize gölge/dulda eden yeni bir yurt ise de; doğduğumuz yerin özlemini, bizdeki anlamını da her dem çağrıştırandır.
İçimizde bekleyişin odları… Bir adada gibi hissederiz kendimizi. Bir gün bir gemi gelecek bizi o çocukluk yurduna götürecek duygusuyla dolu dolu yaşarız. Gelip gelemeyeceğindense, daha çok bunu beklemenin güzelliğine bağlanırız.
Ayrılırken keder atına bindiğimizin farkında değilizdir. Yeni’ye gidiş, kanatlanmaktır adeta. Ama ne zaman ki seslerin rengini, sözlerin büyüsünü/tınısını anımsar, özleriz… İşte o zaman bir sızıdır başlar içimizde.
Yirminci yaşın dumanlı günleri… Elinizden düşürmediğiniz Ermiş’in sizde bir tür anafor yaşatabileceğini düşünmemişsinizdir hiç. Gömüldüğünüz satır aralarında, kendinizi bulursunuz.
Çizdiğiniz resimler, yazdığınız satırlar sizi onun¬la bir seste buluşturur. Bölünmüşlük duygusunu bastıran Doğu’nun büyülü sesine akraba gibisinizdir. Ait olduğunuz yerin sızısını hissettirir bir an.
Onun farkına varmadan, gitmek duygusunun yelkenlerini fora etmişsinizdir en deli çağınızda. Gelip durduğunuz yerde ise Cibran’ın da, en az Tagore kadar, diyecek sözleri vardır: “Sözcükler ne dili, ne de kendilerine kanat takan dudakları yanlarında götürebilirler. Yapayalnız dağılırlar boşluğa ve yapayalnız ararlar yaşamın gücünü.”
Işığa dönüp yüzümü gitmek düşüne sarılırım.
Cibran, insanlık hallerinin bin bir yüzünü anlatır bize. İçtekini ve dıştakini. Yaşanılanı ve yitip gideni. Esriyeni ve esriteni, tenin sızısını ve şenliğini. Yüreğin mevsimlerine, gecenin yıldızlarına, günün ışıltısına döndürür her bir sözüyle. Acıdan söz ederken sevincin kapılarına, aşktan mısra dökerken kederin yollarına ulaştırır sizi.
Dahası, onda ‘kendini bilmek’/’kendi olmak’ düşüncesinin sırlarına erersiniz.
Her bir bakışının ucu hayatın sırlarına götürür. Yeryüzünün nidasını toparlayan sözleri, içimizde sınırlanamayanın dili olur.
Kışa eren baharın, içtekiyle örtüşenin dilidir Cibran’ın sözlerinin rengi…
Mühürlenmiş bir an’ın soluğunu taşır bir bir. Belki de bundandır her bir meselinin/deyişinin günden geceye erer gibi yeryüzüne dağılması, bendeş yüreklerde yer etmesi.
Halil Cibran’la yüzleşmek, bir ömrün neşe ve keder çağlarına dönmektir biraz da. Acının barınağına, Doğu’nun büyülü sesine kulak vermektir bir anlamda da…
OKURKEN ALTI ÇİZİLENLER
“Birbirinizi sevin, ama sevginin üzerine bağlayıcı anlaşmalar koymayın. Bırakın yüreklerinizin sahilleri arasında gelgit çalkalanan birdeniz olsun sevgi. Birbirinizin kadehini onunla doldurun, ama aynı kadehe eğilip içmeyin. Ekmeğinizi bölüşün, ama aynı lokmayı dişlemeye kalkmayın. Şarkı söyleyin, dans edin, eğlenin birlikte, ama ikinizin de birer Yalnız olduğunu unutmayın. Çünkü lavtadan dağılan müzik aynı, ama nağmeleri çıkaran teller ayrıdır”
Halil Cibran